Denizli
24 Nisan, 2024, Çarşamba
  • DOLAR
    32.44
  • EURO
    35.05
  • ALTIN
    2347.7
  • BIST
    9003.22
  • BTC
    69462.36$

Göçmen Kuş                  

25 Ekim 2018, Perşembe 15:52

                                                                 Hocam İsmail Çetişli'nin aziz hatırasına ithâfen...

 

Hayat ve ölüm arasındaki bütünlüğü anlamak için ömrümüz boyunca düşünürüz. Bu öylesine bir bütünlüktür ki her nefes alışımızda bir parça ölümün tadı kalır ağzımızda. Yine her ölümü düşündüğümüzde nefes alışımız daha bir değerlenir gözümüzde. Elimizi koyarız kalbimize. Bir müzik aletindeki farklı notaların çıkardığı melodiler gibi atar kalbimiz. Öylesine kutsaldır ki bu atışlar, sanki kalbimiz hayatımızın şarkısını çalar. Ne kadar kalp varsa o kadar müziği vardır dünyanın. Çünkü her kalp farklı hayat demektir.

Hayatın bize ne zaman ne getireceğini önceden kestirebilmek elbette imkânsızdır. Yarın ne olacak, kimler hayatımıza girecek ve kimler çıkıp gidecek sessiz sedasız? Ölene kadar daha kaç farklı kalp tanıyacağız? Hangi tür müzikleri dinleyeceğiz bin bir merakla? Kimler vazgeçilmezimiz olacak hiç tanımıyorken oysa?

İnsan, hayatında önemli olan kişileri kaybettiği zaman yıkılır en çok. Koca bir boşluk kalıverir insanın minicik yüreğinde. O boşluğu sığdırmak o kadar zordur ki bir yerlere. Ölüm gerçeği en acı yüzünü gösterir o zaman biz fâni insanlara. Benim de yüreğimde işte böylesine bir boşluk var bugünlerde. Tarifi imkânsız, geçmeyen bir acı var. Öylesine geçiyor günler. Hiçbir şey daha iyi olmuyor, sadece alışıyorum ve biliyorum ki alışmayı azalmak sanıyorum. Bir gece öyle bir haber aldım ki bu boşluk işte o gece başladı. Ağladım, saatlerce ağladım. Çünkü hayatımda önemi büyük olan hocamı kaybetmiştim. Ölüm sessizdir, ölüm soğuktur. Ancak öyle bir duyulur ki! Sanki bir tellalın o kara listesine ismi yazılmıştır da insanın; tellal bağırır durur insanın beyninde, sevdiğin insan öldü diye. Ne garip değil mi, nasıl parçalanmak cam gibi, nasıl bir yumruk indirivermek insanın yüreğine? Suya attığımız taş gibi yayılır böylesine kötü haberler. Önce kocaman bir darbe indirir yüreğimize, sonra da gitgide büyüyen bir çembere alıverir bütün bedenimizi. Bir hortumun içine hapseder bizi bu acı ve savurur durur rüzgârla oradan oraya. Acı böyledir işte. Acı mahremiyettir. Yüreğin mahremiyetidir. Öyle gizlidir ki hiçbir bakış değemez onun tenine, anlayamaz yürekten. Sevdiğin birini kaybetmekse acıların en mahremidir. Ağlamak istersin, bağırmak, ağıtlar söylemek istersin tüm insanlara. Sonra vazgeçersin. Çünkü ne kadar bağırırsan bağır yüreğindeki gerçek acının ağıdını hiçbir dil yakamaz. Ne söylersen söyle cümlenin anlamı yoktur. Eksiktir cümle, yarımdır ve hep öyle kalmaya da mahkûmdur. Hayata anlamlar yüklemeyi o an bırakırsın. Bilirsin ki sen hayata ne kadar anlam yüklemeye çalışırsan çalış, yüklemler hep anlamsız kalacaktır. Bu da aslında ölümün ona verdiği kötü bir alın yazısıdır.

Bizi derinden sarsan bu ölüm acısının ardında bir kuş kalır yüreğimizin en derininde. Bu öyle sıradan bir kuş değildir. Bir leylektir bazen, bir kırlangıç ya da bir güvercindir. Göçmen kuşları bilir misiniz? Hani mevsimler değiştikçe oradan oraya savrulan şu kuşları. Bize rehberlik eden, bizi biz eden öğreticilerimizin her biri bir göçmen kuştur aslında. Sürekli kalamazlar bir yerde. Bilirler ki başka yerde de onlara ihtiyaç vardır, bilirler ki dünyanın cahilliği sarmıştır tüm kâinatı. Bu onlar için mavi ile yeşil arasında olan kutsal bir görevdir.

            Bir zamanlar ben, kendini bu kutsal göreve adayan bir göçmen kuş tanıdım. Bir kitap bağlardı kanadına. Gökyüzünde uçarken, uçurtmalar geçerken yanından ya da gökkuşağının rengârenk dünyası içinde kaybolurken okur dururdu. Bir gün uzun uzadıya sohbet ettik. Kış geliyor dedi bana. Güney'e gideceğini söyledi. Bir yandan konuşuyor bir yandan da kitaplarını koyuyordu bavuluna. İmrendim ona; okuma aşkına imrendim, yazma aşkına imrendim. Ona olan hayranlığım daha da arttı diyebilirim. Bana kutsal görevlerinden diğerine giderken bir masal ülkesinden bahsetti. Kaf Dağı da varmış orada, Zümrüdüanka kuşu da. Son ve en büyük görevinin bu olduğunu söyledi ve bir daha kötülüklerin dört bir yanımızı kuşattığı bu gezegene bir daha gelmeyeceğini de. Çok yoruldum, dedi. Kalbi çok acıyormuş. Sanırım şu kalbimizde çalan şarkılar artık onu çok yormuş olmalı. Bembeyaz saçları rüzgârda uçuşarak, elinde kocaman bir bavulla uğurladım onu. O an anladım ki, ne kadar yaşarsak yaşayalım insan bir vedayı kaldıramıyor. Çünkü herkes bir veda kadar anlamsız, bir ölüm kadar çaresiz duruyor kapısında zamanın. Zamanın sevdiklerimizi götürdüğünü işte o an anlıyoruz.

Peki, zaman neydi? Bitip gitmek miydi, öldükten sonra unutulmak mıydı? Hayatın hapsedip koruyamadığı bedenlerin çürümesi miydi? Eğer böyle olsaydı eminim ki bahar bir daha hiç uğramazdı buralara. Tek mevsim kış kalırdı tenlerimizde. Bahar geldiği için bitip gitmiyormuş hiçbir şey, unutulmuyormuş, çürümüyormuş.

Kış baharın habercisidir ya öyle değilmiş işte. Kış, ölümün habercisiymiş. Kuzey'den Güney'e göçün habercisiymiş. Bu göçün kahramanı beni ben yapan sevgili hocamdı. O benim için bir göçmen kuştu. Hani yağmur yağarken baharın yeşil tozları yağmur sularına karışır da sular kuruyunca yeşil kalır ya, işte öyleydi bizim ayrılığımız. Ben yerdeki minicik bir damlaydım sadece. Beni mutlu kılan ise üzerime yağan yağmurdu. Bir gün o yağmur durdu ve ben kurudum. Baharın yeşil tozları kaldı üzerimde. Mavilik ise hocama aitti, yani sonsuzluğa uçan göçmen kuşa.

 

Rüzgârlı bir günde, uzun selvi ağaçları ve o ağaçların arkasındaki camiyle birlikte işte böyle uğurladım göçmen kuşumu, baharın geldiği Güney kentlerine. Yeniden var olmak dedim adına, yeniden yaşamak! Çünkü her göçmen kuş baharla yeniden doğar, ebediyete kadar...

                                                                            

 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.