3ü
Denizli
29 Mart, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.15
  • EURO
    34.88
  • ALTIN
    2246.4
  • BIST
    9140.7
  • BTC
    66452.8$

Denizlili Yaşayan Bir Değer: Hasan Ali Toptaş

14 Nisan 2020, Salı 12:29
Denizlili Yaşayan Bir Değer: Hasan Ali Toptaş

            Hasan Ali Toptaş… Ne kadar çok şey varsa onun için söylenecek olan, aslında o kadar da azdır kelâm edilmesi gereken. Sanki onun hakkında yazdıkça sessizliğine ve kabuğuna bir saldırı halindeymişiz gibi hissettirir çünkü insanı.

            Türk Edebiyatında tartışmasız yeri çok büyük ve derin olan Hasan Ali Toptaş, 1958 yılında Denizli’nin o zamanlar Çal ilçesine bağlı olan Baklan kasabasında dünyaya gelmiştir. Uzak bir Ege kasabasıdır onun çocukluğuna eşlik eden. Çocukluğuna dair anılarını bizlerle paylaşan Toptaş’ın, yazının derinliklerindeki yolculuğunun çocukluk yıllarında başlamış olduğunu görürüz. Çocukluk anılarına dair ailesiyle ilgili şöyle der: “Onun keçi sürüleri vardı. Çadırlar vardı. Demek ki o yıllarda henüz yerleşik hayata geçememiştik, böyle göçerlikle yerleşik hayat arasında gidip geliyorduk. Güzel günlerdi aslında.” diye anlatır. Toptaş’ın romanlarındaki “var” ama bir bakıma “yok” hissiyatını ben bununla da bağdaştırıyorum.

             Küçük Ege kasabasında yalnız ama güzel bir çocukluk geçirir. Babası şofördür. Kardeşi ile birlikte uzaklara giden babasının yolunu gözler dururlar. Babası geldi mi iki kardeş sevinir. Toptaş’ın “Sonsuzluğa Nokta” romanındaki uzun yol şoförü bir nevi babasıdır aslında. Babası onunla ilgili şöyle der: “Okula gittiğini ben çok takip edemezdim. Çalışkan olduğunu öğretmenlerden anladım. Boş kaldığı zamanlarda benimle Çal’a gider gelirdi. Yardım ederdi. İyiydi, dürüsttü. Ben bu kadar biliyorum.” Sonsuzluğa Nokta romanındaki minibüs muavinini de Hasan Ali Toptaş ile bağdaştırmak mümkündür. Yolculardan para isteyemeyecek kadar utangaç, uyuyan yolcuları uyandıramayacak kadar çekingen olan muavin karakteri, tıpkı Hasan Ali’nin küçük muavin halleridir.

            Toptaş kendini Şehrazad ve Beckett’in evliliğinden doğmuş bir çocuk olarak görür. Babasını yüz hatları ve az konuşması ile Beckett ile bağdaştırır. Sessizliği, suskunluğu ve hayatın içinde dingince yaşayışı yönünden Toptaş, babasına benzer. Hasan Ali’nin yazmaya ve anlatmaya düşkünlüğündeki en temel taşlardan biri ise annesidir. Çünkü annesi çocukken ona hikâyeler anlatır durur. Hasan Ali bu durumu şöyle anlatır: “Annem çok iyi bir hikâye anlatıcısı. Bana göre o, Ege’de yaşayan Hatice kod adlı bir Şehrazad.” Ondaki anlatma ve yazma isteği annesinden gelen bir aşktır.

            Çocukluğunda başlayan hikâye anlatma tutkusu, çocukluğunun karanlık gecelerinde başlar. O zamanlar Baklan, elektriği ve suyu olmayan, gecelerin gaz lambasıyla aydınlatıldığı bir yerdir. Gaz lambasının yakıldığı o evleri, karanlık sokakları, Toptaş bugün bile zaman zaman özlediğini ifade eder. “Sanki her köşe başından bir hikâye çıkacakmış da, o hikâye bize çarpacakmış gibi bir duygu yaşardık çocukken.” diye anlatır.

            Kelimelerin içine onu iten, o dünyaya, oraya, yani kelimeleri kendisine sığınak yapmasına yol açan bir hikâyesi vardır. İlkokul ikinci sınıftayken başının arkasında bir yara çıkar. O yaranın olduğu yerde saç çıkmaz. Orasını ışıl ışıl parlayan bir aynaya benzetir. Ama aynaya benzeten sadece Toptaş değildir. Bir çocuğun Hasan Ali’yi görünce “Aa aynalı geliyor” demesi aslında Hasan Ali’nin kaderini değiştirir. Yetişkinlerin de aynı şekilde hitap etmesi Hasan Ali’yi hepten mutsuz eder. Hasan Ali kaçacak, kendini rahat hissedecek bir yer arar. Tam o günlerde kasabaya Halil Ahmet adında bir adam gelir. Bir tezgâh açar. Tezgâha da poğaça ve kitaplar koyar ve bunları öğrencilere satmaya çalışır. Hasan Ali’nin ondan aldığı bir kitap ona gerçek yerini gösterecektir. O kitaptaki kahramanın adının da Hasan olması bir tesadüf müydü bilinmez ama Hasan Ali bütün bunları, inandığı Edebiyat Tanrısının gerçekleştirdiğine inanır. Edebiyat Tanrısı vardır ve onun için de Halil Amcayı göndermiştir. Hasan Ali edebiyattan ilk zevki bu kitapla alır. Aynalı sıfatı yüzünden nereye saklanacağını bilemeyen küçük Hasan, artık nereye sığınması gerektiğini bilir. Onun yeri kelimelerin büyülü dünyasıdır. Okuyarak içinde bulunduğu dünyadan kaçan küçük çocuk, yazarak da aynı şeyi başaracağını düşünür. Bakkaldan aldığı bir deftere ilk romanını yazmaya başlar. Adı da “Tahayyül Çemberi”dir. O sıralarda en yakın arkadaşı olan Hamdi’ye de resimlerini çizdirir. Toptaş o zamanlar romanını tamamlayamamış, bu girişimi yarım kalmıştır. “Yıllar sonra şunu düşünüyorum. İyi ki o roman yarım kalmış. Belki de ben şimdi yazdığım romanlarla o romanı tamamlamaya çalışıyorum aslında diye aklımdan geçiyor.” sözlerinden o zamanların bu zamanlara sağlam köprüler inşa ettiğini anlayabiliyoruz.

            Lise yıllarında Hasan Ali Toptaş bir sürü hikâye yazar. Bir hikâye yarışmasında da ödül alır. Yazmaya devam eder etmesine ama yazarlığı bir meslek olarak hiç düşünmez. Yazar olacağım diye bir düşüncesi de yoktur.  O sadece kendini kelimelerin arasında iyi hissettiği için yazmaktadır. Bir süre sonra arkadaşları hikâyelerini yayımlatması konusunda ısrar ederler. Eserlerini yayımlatma konusunda herhalde Hasan Ali kadar talihsiz olan başka bir yazar yoktur. Kendi parasıyla çıkarttığı ve ilk öykü kitabı olan Bir Gülüşün Kimliği 1987 yılında basılır. Sonra, beraber dergi çıkarttıkları arkadaşları ile para toplarlar ve Yoklar Fısıltısı basılır. Yani ikinci kitabını da kendi parasıyla bastırır. Üçüncü kitabı Ölü Zaman Gezginleri ise Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenledikleri yarışmada birinci olunca kitabı Çankaya Belediyesi bastırır.

            Toptaş’ın Sonsuzluğa Nokta romanı, 1993 Kültür Bakanlığı mansiyon ödülünü alır. Seçici kurulda olan Yıldız Ecevit, şunları söyler: “Sonsuzluğa Nokta’yı bir solukta okudum. Ve şunu dedim. İşte gerçek bir roman sanatçısı. Türk Edebiyatı gerçek bir sanatçıyla karşı karşıya.”

            Yıldız Ecevit’ten bahsetmişken şu konuya da açıklık getirme ihtiyacı hissettim. Hasan Ali Toptaş’a “Doğunun Kafkası” şeklinde bir benzetme yapılıyor. Aslında bu benzetmeyi ilk yapan Yıldız Ecevit’tir. Ama o, bu benzetmeyi Kafka ve Toptaş’ın metinlerinden yola çıkarak yapmamış, yani onları ortak bir üslup ve edebi kimlikte bağdaştırmamıştır. Franz Kafka’nın işçi sigorta kurumunda çalışıyor olması, Toptaş’ın vergi memuru olması, ikisinin de sessiz ve çekingen karakterleri onun böyle bir benzetme yapmasına yol açmıştır. Hasan Ali Toptaş, üzerine yapışan bu benzetmeden oldukça rahatsızlık duymaktadır. “Yeryüzüne bir Kafka yeter, ikincisine lüzum yok.” der.

            Hasan Ali, kalıplaşmış edebiyatın karşısında durur. Onun dilinde bilinç kadar bilinçdışılık da vardır. Belki de bu bilinçdışılık yüzünden yazara şu romanınızın şurasında bunu mu kast ediyorsunuz diye sorduğunuzda alacağınız tek bir cevap vardır: “Bilmiyorum.” Çünkü ona göre her şey bilinçle yapılmaz. Onun eserlerini okurken tıpkı bir rüya âleminde gibisinizdir. Her an her şey değişebilir, başka bir şeye dönüşebilir. Eserlerindeki yapı, bir neden sonuç ilişkisi üzerine kurulmaz. Sanki bir gürültü bir karmaşa içerisinde, herhangi bir gerçekliğe ait olmayan, nereye varacağı yahut nerede başladığı bilinmeyen bir örgü vardır.

            Bu kadar kıyıya köşeye çekilen, kendi içinde yalnızlığı seven bir yazarın romanlarındaki kalabalıklık garip bir zıtlıktır. Ama roman karakterleri de aslında kendi gibi hem silik hem dipdiri duran, kendini hissettirip bir anda kaybolan karakterler olduğu için, Toptaş bu zıtlığı bu çerçevede kurmuş ve kendi yalnızlığını zıtlık gibi duran bu kalabalık insanlarda eritmiş, aynı zamanda kalabalığı da kendi içinde döngüsel olarak sürekli büyüttüğü yalnızlığına çekmiştir.

            Hasan Ali Toptaş, postmodern Türk Edebiyatı denilince akla ilk gelen isimlerdendir. Eserlerindeki bilinçler arası geçişler, anlaşılması kolay olmayan bir dünya âleminde yaşıyormuşluk hissi, onun postmodern bir yazar gibi görülmesine yol açmıştır. Özellikle Bin Hüzünlü Haz adlı eserinde postmodernizmin sınırlarını zorlar. Romantizm akımından da etkilendiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, metinlerindeki bir rüya âleminde yaşanmışlık duygusu, o masalsı dünyanın büyülü yapısı, iç dünyanın kelimelere dökülmesi, kalıplaşmış gerçekliğin karşısında duruşu, bir yerde romantizmden etkilenildiğini sezdirir. Ona, şu romanı şu akımdan etkilenerek mi yazdınız diye sorsanız, vereceği cevap yine aynıdır: “Bilmiyorum.” Bilinçli olarak postmodern veya romantik bir yazar olma gayesi içinde değildir. Ama metnin içindeki arayışları, o metinde dilden bekledikleri veya dilin onu götürdüğü farklı dünyalar onu bir yerde farklı akımların parçası yapmıştır. Postmodernizm, romantizm akımlarını veya diğer akımları açıkça Toptaş’ın eserlerinde göremeyiz. O, kendi edebiyat arayışını ve ince dil işçiliğini bu akımlarda veya diğer akımların içinde ustalıkla eritir.

            Toptaş bir romanı nasıl yazmaya başladığını şöyle anlatır bizlere: “Romanın sadece belli belirsiz odada. Öyle sisli puslu bir şekilde romanın duygusu oluyor ben de. Bir cesaretle ilk cümleyi yazıyorum ya da cehaletle. Daha sonra iş birliği yaparak ikinci cümleyi yazıyorum. Daha sonra ilk iki cümleyle ortaya çıkan iki cümleyle iş birliği yaparak üçüncü cümleyi yazıyorum.” Toptaş da yazarken bir plan yapıyor elbette. Ama o bu planlamayı, metnin içinde yapıyor. Yani yazarken metnin iç aklıyla iş birliği yapıyor. Toptaş hep şunu söyler: “Bir cümle yazmak, bir beste yapmaktır.” Onun metinde cümlelerle iş birliği yapması, dili ince ince işlemesi ve bütünüyle uyumu yakalama çabası aslında bu görüşünde gizlidir. Yani her cümlenin bir müziği varsa ve ortaya koyduğu eserin de bir müziği varsa bu iki nokta birbiriyle uyum içinde olmalıdır.

            Yazının içinde geçirdiği zaman Toptaş için bulunmaz bir hazine gibidir. Oradan hiç çıkmaz istemez. Bu yüzdendir ki bazen çok özletir biz okurlarını ve uzun süre yeni bir romanının yayımlandığı haberini alamayız. Bundandır Toptaş’ın yazım sürecini uzatması. Çünkü ait olduğu yer, yani kelimeler tam da olması gerektiği yerdir. Eserlerini okura yazar, ama okur için yazmaz. Yani yazarken zihninde okur kavramı yoktur. Okurun ondan beklentilerini, okurun almak istediği edebiyat lezzetini yazarken düşünmez. Anlaşılması zor olan metinler yazmak, tamamen onun roman ve öykü anlayışından kaynaklı bir şeydir. Yazdığım romanı ya da öyküyü kimse anlamasın, diye bir gaye içerisinde değildir. Bu durum, yazım sürecinde kendiliğinden oluşan ve metinlerinin böyle olmasına yol açan bir şeydir.

            Hasan Ali Toptaş bir eserini bitirince nasıl övgü ya da yergi alacağı üzerine düşünmez. O ne verilen ödüllerle ilgilenir ne de yapılan övgülerle. Çok satmak gibi bir derdi de olmamıştır hiçbir zaman. Çünkü o bizim gerçek diye algıladığımız dünyada yaşamaz. Dolayısıyla bunun gibi maddesel şeyler Toptaş’ın ilgisini çeken şeyler değildir. Maddenin çok ötesinde yaşar. Sessizdir, sakindir, oradadır ama aslında bir bakıma yoktur. Tıpkı Gölgesizler romanındaki karakterlerden biri gibi. Varmak istediği yere hem varan hem varamayan, kaybolan ama aslında hep orada olan…

            Gölgesizler 1994 Yunus Nadi Roman Ödülünü kazanmış bir başyapıt. Romanda gölgesiz olmak sanki parçalara ayrılıp o parçalardan çoğalmak gibidir. Bizim gördüğümüz ne varsa, görünmeyen kısmını onunla aydınlatır yazar. Zaman kavramı, iç içe geçmiş bir karmaşadır adeta. Kaybolan kim varsa onunla beraber siz de kaybolur, zamanın neresinde durduğunuzu anlayamazsınız. Tam gerçekle yüz yüze geldiğinizi sandığınız bir anda gerçek boyut değiştirir ve artık siz gerçekliğin çok üstündesinizdir. Romanda zaman ve yer kavramı bilincin çok ötesindedir. Yazar, gölgesizliğin yokluğunu anlatmak için o yokluğun içine girer ve o yokluktaki sınırları diliyle genişletir. Dilinin şiirselliği bu romanda da karşımıza çıkar. Akıcı, kıvrak, büyülü, kısaca klasik bir Toptaş dili karşımızda durur.

            Hasan Ali Toptaş çocukluğunun elinden tutar ve yanına aldığı kelimelerle büyülü bir yolculuğa çıkar. Bu yüzden çocukluğunu geçirdiği kasabanın ruhu eserlerinde bize tanıklık eder.        Roman sanatı hangi uç noktaya kadar gidebiliyorsa,  Toptaş bize bunu gösterir. Edebiyatın sınırsızlığı Toptaş’ın kaleminde hayat bulur. O, ne Doğu’nun Kafka’sı benzetmesinde, ne de şuranın burasında yer alır. O, kendi gölgesizliğinde en büyük gölgeyi, var oluşu ve sınırsızlığı edebiyata işlemiş bir dil ustası…

 

KAYNAKÇA: TRT BELGESEL- BÜYÜK UMUTLAR “HASAN ALİ TOPTAŞ” BELGESELİ

Yorumlar

  • yorum avatar
    ahmet
    14-04-2020 12:54

    Kıymetli bir değerimizi anlatan kıymetli bir yazı...

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.